Londra/London – Yıllar sonra..


Geçen ay Londra'da bir kongreye katıldım. Yıllar önce gittiğim şehre, yeniden gitmek heyecan vericiydi. aradan tam 7 yıl geçmiş, ben değişmiştim, şehirde neler değişti diye düşünürken, yıllardır yerinden oynamayan bir sürü restorant ve yapı vardı. Londra öyle düzenli bir şehirki, herşey yolunda akış mükemmel. Heryer yemyeşil ve tertemiz. Sanırım en yeşil başkent Berlin ama Londra bende daha yeşil hissi uyandırıyor. Londra'nın kasvetli havası birazda gri tonlardan binalardan kaynaklanıyor sanırım, bir de orada gökyüzü daha basık ve elimi uzatsam hemen ulaşıcakmış hissi uyandırıyor. Yılın %90 nını yağmurlu geçiren bu ülkede kaldığım 6 gün boyunca yağmur yağmaması büyük şanstı. Hatta bir gün öğleden sonra öyle sıcaktı ki, kolsuz tişörtümle parkta güneşin keyfini çıkarabildim.


Bir şehri yalnız gezmek aslında keyifli ama her yaşadığınız güzel şeyi sevdiklerinizle de paylaşmak istiyorsunuz. Bir süre sonra eksik hissetmeye başlıyorsunuz. Yalnız olunca, çok fazla insanla tanışıp, sohbet edebiliyorsunuz. Hem kongre sebebiyle hemde yalnız seyahat ettiğim için,
yolda, yemek yerken yanınızdaki ile hemen iletişim kurabiliyorsunuz. Aslında oldukça arkadaş canlısı (friendly sıfatı İngilizler için oluşturulmuşJ) insanlar. Merdivenden yukarı kocaman valizimi taşımaya çalışırken biri hemen el atıverdi. Ya da markette ve restoran ilk gittiğinizde size nasılsınız? Sorusunu garip karşılamayın, samimi olarak soruyorlar. Önce kendimin kötü göründüğünü düşündüm, sonra alışkanlık olduğunu anladım.

Şehir merkezini, yürümeyi seviyorsanız, yürüyerek dolaşabilirsiniz. Her yer birbirine öyle yakın ki, hemen meydandan, parka, nehir kenarına inebiliyorsunuz. Londra’da herkesin resmi giyinmesi çok hoşuma gitti. Birçok kişiyi takım elbise ve ceket ile görmeniz mümkün. İş çıkışı, güzel havada kendinizi arkadaşlarınızla parka geçip, çimenlerin üzerinde keyif yapabilirsiniz. Bunlar tabi Londra’da yapılacak şeyler. Biz haftasonu bile yürüyecek bir park bulamıyoruz! Herşeyi bir kenara bırakırsak bu şehir, gezmek ve eğlenmek için oldukça iyi. Öncelikle çok fazla müzeye ve sergiye ev sahipliği yapıyor. Müzelerin bir çoğu ücretsiz olup, hepsini gezmek günlerinizi alabilir. Victoria&Albert Museum, NationalGallery, Natural History Museum, Science Museum, Design Museum, London Transport Museum, Biritish Museum en çok ilgi çekenler. Bu seferki seyahatimde, kongre Picadilly Square ya çok yakın olduğu için, o noktadan başlayan seyehatlar oldu. Şehrin kalbi de aslında burada atıyor. Ortasında Eros heykelinin yer aldığı yuvarlak bu meydandan birçok noktaya yürüyebilirsiniz. Aşağı gittiğinizde, Trafalgar Square, sağ tarafta Leicester Square az ilerisi Covent Garden ve yukarısı Soho ve meşhur Oxford Street (sırtımı erosun okunun ucuna veriyorum).

Piccadillly Circus – SoHo – Oxford Street

Piccadillly Circus köşede yer alan meşhur ışıklı afişli binanın olduğu yerden içeriye girince, trafiğe kapalı bir cadde var burada bulunan Whole Foods Market beni benden aldı. Organik yiyecekleri ve çeşitliliği ile de aklınızı alabilir. Bu caddeyi düz takip edip biraz ilerlerseniz, Kingly court olarak, binaların arasına saklanmış harika bir bahçe görüceksiniz. Restorantları ve yaşam alanıyla oldukça keyifli bir yer. Kingly Court ile bağlanan Carnaby Street, trafiğe kapalı ve mağazalarla dolu. Oxford Street ile bu bölge arasında dolaşmak, restorantların ve kalabalığın keyfiyle, alış veriş yapıp, gezinmek eğlenceli. Eski yapıları ve sokakları ile farklı bir dünyadasınız. Brewer Street üzerinden devam ederseniz, Soho Square a çıkabilirsiniz. Yol üzerindeki Wardour Street üzerinde birbirinden farklı restorantlar bulabilirsiniz. Özellikle Vapiano (İtalyan restoranı) ve  tavsiyeler üzerine denediğim The Hummingbird Bakery’nın cupcake ve red velvet keklerini denemelisiniz. Soho parkı, öğlenleri oldukça kalabalık ve Oxford street’e de çok yakın.

Vapiano, İstanbul’da da şubeleri bulunan ünlü bir restoran. Pizza, makarna, salata gibi yemeklerin ayrı bölümlerde hazırlandığı masalarındaki fesleğenlerle makarnanızı tadlandırabileceğiniz, müthiş makarna ve pizzaları  olan bir yer. Özellikle Almanya (Bremen) de keşfettiğim bu restoranı, İstanbul’da denememiş olsam da genel atmosferi çok hoş.

The Hummingbird Bakery, ufak bir dükkan ve içerisi birbirinden güzel rengarenk cupcakeler ile dolu. Birtanesini paket yaptırıp, ilk ara da götürüyorum. Red velvet cupcake harikaydı, kremalı cupcakelere olan ön yargım ortadan tamamen kayboldu. Kreması ve keki çok lezzetliydi.

Spuntino, Brewer Street sonunda ara sokakta yer alan ufak bir bar. Öğlen arası oldukça tenhaydı ama bar etrafında yemek yediğiniz bu küçük dükkanda, harika bir Mac n Cheese yedim. Ufak demir döküm tavada pişirdikleri makarna, bol peynirli ve üzerindeki çıtır dokuyu her
lokmada hissediyorsunuz. (Not: buraya http://www.ucanbavul.com/2013/03/ingiltere-londra.html  adresindeki tavsiyeleri üzerine gitmiştim ve iyi ki denemişim.)

Oxford Street’den Charing Cross Road dan devam edince, en iyi hatırladığım  ve
kalabalığını çok sevdiğim The Palace Theatre ve çevresindeki barlar, dışarıda yemek yiyip, birşeyler yudumlarken sohbet eden insanlarla doluydu. Londra’da herkesin dışarda ayakta birşeyler içmeyi sevdiği aşikar, hatta eski, çiçekli barlarının önü her daim kalabalık.
Özellikle Cumartesi akşamları, herkes dışarıda. Bu bölge en sevdiğim yerlerden biri, gün batımında çok keyifli geliyor bana.

Chipotle Mexican Grill, ayak üstü birşeyler atıştırabileceğiniz farklı bir Meksika restorantı. Yemek istediklerinizi isterseniz, burritos, tacos yada salata şeklinde yiyebiliyorsunuz. Acı
seviyesini ayarlayıp, istediğiniz sos ve fasulyeyi seçme şansınız var. Meksika fast food restoranı gibi. Lezzetli ve iyi bir yemekti.

Alışveriş yapmak için en iyi adres Oxford Street sanırım. İndirim yok ise, sterlinin TL nin 4 katı olduğunu düşünürsek, Londra’da alışveriş yapmak pahalıya mal oluyor. Primark mağazaları bilinen en ucuz alış veriş adresi, çok ucuza kıyafetler bulabilirsiniz, 4 pound a bikini almanız mümkün. Bahar mevsiminde orada sezon çoktan değişmişti. Nisan ayında mont bulmanız imkansız! Ancak bikini, deniz kıyafetleri bulabilirsiniz)

Leicester Square – Covent Garden – London Transport Museum

Leister Square, Piccadillly Circus tan 3-4 dk yürüdüğünüzde hemen buradasınız. Yıllar
önce sık sık yemek yediğimiz Burger King ve karşısındaki dondurmacılar ve ufacık park ile yine oradaydı. Tek değişen araya açılan kocaman M&M Worlds. Bu iki meydan arasında sık sık gösteri yapanlarla karşılaşabilirsiniz. Her daim ya şarkı söyleyen ya da dans eden, gösteri yapan
birileri var. Sokakta eğlenebilirsiniz bu şehirde. Sokakta yemek yiyebilirsiniz. Her şey sokakta. Hayat sokakta. Her daim hareketli ve kalabalık. Buradan biraz daha ilerlerseniz, Covent Garden’a gelirsiniz. Burası bana her daim daha elit geliyor. Covent Garden Pazarı, beni ilk andan beri büyüleyen bir yer. Kocaman kapalı alanda gezinmek, etrafında turlamak ve sokak gösterilerini izlemek çok eğlenceli geliyor. Orası bana sihirli, oyun dünyası gibi geliyor. İlk gidişimizde boş vakitlerimizin çoğunu orada takılarak harcadığımızdan mı bilmem, oranın yeri bir başkaJ Trasnport Museum’ı benim gezmeye fırsatım olmadı ama vaktiniz olursa, bu bölgedeyken mutlaka ziyaret edin.

Trafalgar Suqare – The National Galery – Charing Cross Station

Londra’da ilk gördüğüm yer Aslanların üzerine çıkıp fotoğraf çekildiğimiz ve 2 ay kaldığımız süre boyunca, uğramadan geçemediğimiz bir nokta. Özellikel National Portrait Gallery deki sergileri gezmeyi çok sevmiştim. Ara sıra düzenlenen konserler ile ayrıca keyifliydi. Bir bu müze’de dinlediğim konseri birde İstanbul’da kilise de dinlediğim 2 konseri unutamıyorum. Ortamın etkisi müzikle birleşince, hafızanızdan silinmiyor. Bu meydanda, hava güzelse güneşlenebilirsiniz, sanatçıların çizdiği yerlerdeki resimlere hayran kalabilirsiniz. Yağmurda yerdeki yansımalarla başka bir havaya bürünür. Gösteri olduğunda ise ayrı bir ihtişamı olur. Buradan aşağıya doğru
inerseniz Thames Nehrine ulaşırsınız. Karşıya geçmeden önce Victoria Embankment parkında mola verebilirsiniz. Bu çevrede Charing cross station, eski yapısı ve etrafındaki sokakları ile değişik bir yer. Şehrin içinde gizlenmiş gibi.

London Eye – Westminster Bridge – Big Ben – Westminster Abbey

Köprüden karşıya geçerken, nehrin etrafını seyredebilirsiniz. Karşıya geçtiğinizde yapılar biraz değişiyor ve nehir boyunca yürürken, birbirinden farklı cansız mankenleri görebilirsiniz. Yıllar önce ilk defa orada görmüştüm. Canlı mankenler ile renklenen bu alan oldukça kalabalık. London eye, şehrin simgesi haline gelmiş. Etrafı izlemek ve bütün şehri tepeden seyretmek için büyük bir fırsat. Burada bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Parlamento binasını karşıdan izleyebilirsiniz. Köprüye geldiğinizde, karşıya geçip ağaçlar arasında yürüyüp, daha sakin bu alanda huzur bulabilirsiniz. Westminster Bridge den Big Ben’e yürüdükçe yeniden kalabalığa karışıyorsunuz. Bu noktada, gece gündüz fotoğraf çekmeye geliyordum. Şimdi ise sadece yürüyüp geçtim. Parlamento binası yanında bulunan Westminster Abbey 1000 yıllık tarihi ile en eski yapılardan. Kraliyet ailesinin düğünlerine ev sahipliği yaptığı gibi, ailedeki önemli kişilerin mezarları da bu bahçede yer almaktadır. Gotik ve Romanesk mimarisinin izlerini taşımasıyla da tarihte mimari açıdan da önem taşımaktadır. Kilise yide gördüktan sonra yolumuza devam ettiğimizde, St James Park’a varıyorsunuz. Birbiri içine geçen parklarla çevrili şehrin her yerinde çimlere uzanmak
isteyeceksiniz. Çimlerde, sohbet eden, eğlenen, oyunlar oynayan insanları gördükçe çok imreniyorum.

Buckingham Palace – Green Park – Buckingham Palace Gardens

Parkın içerisinden yürüyerek saraya ulaşabilirsiniz. Saray etrafında atlı polislere rastalayabilirsiniz. Bizim alışık olmadığımız bu durum, onların gündelik hayatının bir parçası, bu bölgede trafik ışıkları bile atlı polislere ve bisikletli insanlara göre modifiye edilmiş. Sarayın bulunduğu cadde ve etrafı da ayrı bir güzel. Victoria Memorial anıtı ve saray etrafında gezinerek,
sabah 11 de gerçekleşen Asker değişimi (Changing of the Guards) ni izleyebilirsiniz. Her gün yapılmıyor, gitmeden önce kontrol etmekte fayda var. Ben bir türlü yetişmemiştimL Kaldığımız yer buraya uzaktı ve sabah erken kalkmayı göze alamamıştım. Bu seferde vaktim olmadı. Saray, Londranın en büyük bahçesine sahip olma özelliğinin yanı sıra, Kraliçe Elizabeth’in evidir.

Green Park’a Picadilly Circustan da yürüyebilirsiniz, sarayın oradan da ulaşabilirsiniz. Kongre çıkışı, üzerimde ceket ve topuklu ayakkabılarımda yürüdüğüm Green Park, kendimi orada yaşayan biriymiş gibi hissettirdi bana. Ceketimle, iş çıkışı parka uğrayıp, iş sonrası kafa dağıtmak, bahara açan çiçeklerin ve güneşin tadını çıkarabilmek. Çalışmak böyle çok keyifliydi. Parktaki yıllık kocaman ve çiçek açmış ağaçlar arasında yürümek, huzur veriyor. Buradan Hyde park’a yürüdüğünüzde öncelikle Wellington Arch anıtına çıkıyorsunuz. Bu ufak meydanda genelde bisiklete binen ve paten yapan insanlarla, yine atlı polisleri görebilirsiniz. Buradan Hyde
Parka geçerek, Sepentine nin etrafında mola verebilirsiniz. Parklar insanların evi gibi, alan sınırlaması olmayan sınırsız bir bahçe. Speaker’s Corner ile insanların özgürce istediğini söyleyebildiği alan ile de ünlü bir park.

Camden Town

Londra’nın kuzeyinde kalan, alış veriş yapıp, bol bol yemek yiyeceğiniz, nehir kıyısında tembellik yapıp, uzun yürüyüş yapabileceğiniz güzel bir yer. Kesinlikle gezmenizi tavsiye ederim. Pazar günleri oldukça kalabalık ve keyifli. Metrodan inince nereye geldim diyorsunuz. Heryerde hediyelik eşyalar, dükkanlar, biraz harlem gibiydi. Birbirinden farklı mağazalar ve tasarımları, sokaklarda kurulmuş tezgahlar.. Bu sokakta ilerledikçe, köprüye varıyorsunuz ki bambaşka bir dünya çıkıyor, yemyeşil ağaçlar arasında kalmış bir kale. Kalenin içerisine girmek pek mümkün değil, çeşit çeşit yemeklerin, tatlıların satıldığı tezgahların önündeki sıralardan geçmek zor. Yemeğini alan, nehir kenarında güneşin keyfini çıkartarak yiyor. Kalenin birde arka yüzü var. Kocaman kalenin içerisinde aradığınız herşeyi bulabilirsiniz. Mutlaka birşeyler atıştırın. Yolumuz uzun. Nehir kıyısından, neşe içinde yürürken, hiç bitmeyeceğini düşünüyorsunuz. Biraz yürüdükten sonra, Regent’s Park a ulaşabilirsiniz. Kocaman yemyeşil bu park, Londra’nın en güzel parklarından biri. Parkın tamamını yürümeyi başarırsanız, Madame Tussauds ı gezme fırsatı yakalayabilirsiniz. Bal mumu heykeller nedense benim pek ilgimi çekmesede, dünyada en çok ilgi çeken müzeler arasında.

Tower Bridge – Borough Market

Bu bölge bana herzaman soğuk gelmiştir. Daha ıssız,sakin kalıyor. Londra’nın en büyük simgelerinden biri olan Tower Bridge i görmeden dönmek olmaz. Thames kenarında yürüyebilirsiniz, etraftaki müzeleri gezebilirsiniz. Birde yerel pazarları gezmeyi seviyorsanız köprünün ayağında yer alan, Borough Market’i gezmenizi tavsiye ederim. Yalnız Perşembe-Cumartesi günleri açık olan bir Pazar, bu yüzden gideceğiniz güne dikkat edin. Ayrıca Design Museum da bu bölgede, kapanmadan yetişmek lazım. Gezmek istediğiniz müze, Pazar yerlerini önceden planlayıp saatlerini ve günlerini kontrol etmekte fayda var.

Londra’da Ulaşım

Londra’da ulaşım oldukça kolay, özellikle metroyu kullanıyorsanız. Sadece line ların değiştiği noktalara dikkat ederek, hangi hatta, hangi göne gideceğinize dikkat etmeniz gerekiyor. Birde biletinizin gideceğiniz zone lar arasında geçerli olması, dikkat edilmesi gereken ayrı bir nokta. Çıkışlarda da kartınızı okutmanız gerektiği için kapılardan çıkamazsınız! Londra’da seyahat
ederken, yürümeyi tercih ediyorsanız, gidiş-dönüş bileti yeterli olabilir ama günlük seyahat bileti almakta metroyu 3 kere kullanmanıza denk geliyor neredeyse. Oyster kart, bizim İstanbul kart gibi, sadece depozito vererek aldığınız kartı, daha sonra iade ederek, paranızı geri alabiliyorsunuz (5 pound). Metrolar arasında aktarma yaparken, bizdeki gibi bir ücret ödemenize
gerek yok. Günlük seyahat kartınızı otobüste ve metrolarda kullanabilirsiniz.

Havaalanından Şehir merkezine ulaşım;

Heathrow şehir merkezine en yakın havaalanı, Picadilly Line ı kullanarak, ulaşım süresi 45 dk-1 saat bulunduğunuz noktaya göre değişmektedir. Gördüğüm en düzenli havaalanı, hiç sıra yok. Yalnız internetten online check-in yapılmayan bir havaalanı, uçakta yer bulmak istiyorsanız, erken gitmekte fayda var. Havaalanında 4 saat ücretsiz Wi-fi kullanımı mevcut. Gatwick ise, daha ufak bir havaalanı olmakla beraber, şehre ulaşımınız biraz daha zahmetli. Otobüs ve tren ile Victoria
Station’a ulaşabiliyorsunuz, buradan da metroyu (underground) kullanarak istediğiniz noktaya ulaşabilirsiniz. Otobüs 10 pound olup, seyahat yaklaşık 1,5 saat sürmekteymiş ve otobüs saatleri için beklemeniz gerekiyor. Tren ise daha sık olmakla beraber, aldığım biletle tren istasyonuna gittiğimde, hangisine binicem şimdi dedim. Daha sonra Victoria stationa giden bir trene atladım (17-20 pound arası bir fiyattı). Victoria station da inince kapıdan çıkamıyorum:s nasıl ya
dedim, gişelerin oradaki adama bileti gösterip, sorun ne olabilir ki derken. Adam, express ile geldiğimi ve biletimin ise normal tren için kesildiğini söyleyip, oracıkta aradaki farkı hemen aldı. Yoksa kapıdan çıkamıyorsunuz! Ama bilet kesen bayan express ten hiç bahsetmemişti. Sormakta fayda var ve yaklaşık 30 dk da şehre ulaşabiliyorsunuz.
 

2015